Şans ve Dans

Размер шрифта:   13
Şans ve Dans

Birinci Bölüm

Yağmurun Fısıltısı

Kasım 2005

Kasabanın sokaklarına sinen sessizliği, bir an için rüzgârın ansızın bastıran uğultusu deldi. Gündüz boyunca inen yağmur, geceyle birlikte sanki bir hikâyeyi anlatırcasına ağırlaştı. Her bir damla, yorgun evlerin kiremitlerine usulca düşerken, dış dünyanın karmaşasını unutmuş duvarların içine bir huzur sızdırıyordu. Yağmur, usta bir masörün parmakları gibi çatılara dokunuyor, göğe borcunu ödeyen toprağa şükranla karışıyordu.

Uzaklardan gelen deniz dalgaları, rüzgârla uyum içinde, kasabanın sessizliğine kendi şarkılarını katıyordu. Doğa, kendi kurallarıyla, insana ait olmayan bir gösteriyi sahneliyordu; hırçın, ama aynı zamanda da baştan çıkarıcı bir ahenkle.

Yılların izini taşıyan, ama hâlâ dostça sıralanmış evlerden biri solgun ışığını yaktı. Sanki yıllar önce elveda denmiş bir sohbete, yeniden başlanıyordu. O an, dostlarla dolu olduğunu sandığımız hayatın, aslında ne kadar derin bir yalnızlığa ev sahipliği yaptığını fısıldadı gece.

Evdeki adam, masada duran mektubu aldı. Vücudu yorgundu, ama mektubun çağrısına kayıtsız kalamadı. Kendini koltuğa bıraktı. Mektubu kaç kere okuduğunu hatırlamıyordu artık. Postacı akşam vakti getirmişti. Her cümlesi, onu içten içe bir sona ya da başlangıca sürüklüyordu.

Bir noktada durdu. Gözleri nemlendi. Gözyaşı, ruhun derinliklerinden kopup gelen bir damla olarak yanağından süzülmese bile, varlığı odada hissedildi. Gözyaşı, masumiyet gölüne düşen ve giderek büyüyen halkalara dönüşen bir isyandı. Huzur, saklanacak bir yer arayan bir kaçak gibi, bu sahil kasabasının tenha köşelerine sığınmıştı.

Sabahın ilk saatleri, ağır bir battaniyenin altındaki adam gibi, hâlâ uyanmamakta direniyordu.

Krallara layık olmasa da, karnını doyuracak kadar özenli bir kahvaltı hazırladı kendine. Yaşanmışlıkları ağır ama huzurlu bir sabah sessizliği vardı mutfakta. Gökyüzü, gri bulutların altında içli bir şarkı söylüyordu adeta. Dışarıya baktığında, yüzüne istemsizce yayılan hafif bir gülümseme belirdi. Bir an için geçmişe gidip, kahvaltı masasının diğer ucunda oturan Münevver Hanım’ı hayal etti. Boş sandalye, dolu bir hatıraya dönüşmüştü.

Kahvaltısını bitirince, üzerini sıkıca giyinip dışarı çıktı. Rüzgâr, yanağına düşen sonbahar dokunuşunu esirgemedi. Adımları ağır ama kararlıydı. Her sokak köşesi, her taş, her ağaç – hepsi onunla yaş almış gibiydi. Kasaba meydanına yürürken, sanki geçmişin içinden geçiyor, yılları kendi ayak izleriyle ölçüyordu.

Meydan, sabahın mahmurluğuna yeni yeni uyanıyordu. Kenarda köşede, yaz mevsiminde canlanan çay bahçeleri sessizce bekliyordu. Ekmek fırını hâlâ sıcaktı; çocukluğun kokusunu taşıyordu. İskele ise sabırsız dalgaları bekliyordu, her sabah olduğu gibi. Altmış yaşına yaklaşan bedeni, geçmişin yükünü taşırken yine de dinç görünüyordu. Gençlik yıllarında Münevver Hanım’la birlikte yaptıkları yürüyüşlerin bedeninde bıraktığı iyilik izlerini hâlâ hissediyordu. Beş yıl olmuştu, onsuz yürümeye başlayalı. Şimdi her adımı, ona sessizce yazılmış bir mektup gibiydi.

İskeleye vardığında, deniz gözlerinin önünde uzandı. Ucuna kadar yürüyüp, durdu. Rüzgâr yüzünü yalarken, gözlerini suyun sonsuzluğuna daldırdı. Balık tutan üç kişi vardı yalnızca. Kendisi, balığı yemeyi severdi ama avlamayı hiç becerememişti. Balıkçılığın sabır işi olduğunu düşünür, o sabrı kendi içinde bir türlü bulamadığını bilirdi. Sabırsızlıkla örülmüş yılların içinden şimdi sabra ulaşmıştı. Geçmişte ne çok şeyi kaçırmış, sabırsızca elinin tersiyle itmişti… Ama artık anlamıştı: sabır, bazen en büyük mücadeleydi.

Üzerine ne kadar kalın giyinmiş olsa da üşümeye başlamıştı. Sessizce iskeleden ayrıldı. Birkaç adım ötede, sıcaklığı dışarıya taşan ekmek fırınının kapısını itti.

Fırının kapısını açtığında, sıcak buhar yüzüne çarptı. İçeride un kokusu, yanık odunla karışmış, nostaljik bir masal gibi havayı doldurmuştu. Raflardaki taze ekmekler, sabahın telaşsız saatinde sükûnetin mis gibi tanıkları gibiydi. Fırının arka tarafından gelen loş ışık, yer yer unla kaplanmış taş zemine düşerken, çocukluk anılarını da aydınlatıyor gibiydi.

Mehmet Efendi hemen fark etti onu.

—Günaydın, Selim Bey, dedi, tebessümle.

Selim Bey de hafifçe başını eğerek selam verdi.

—Günaydın, Mehmet Efendi.

Mehmet Efendi, ellili yaşlarının başındaydı. Kısa boylu, yanlarına aklar düşmüş siyah saçları ve her daim ciddiyetle birleşen yumuşak bir bakışı vardı. Bıyıksızdı; yüzü, yılların yorgunluğunu saklamaktan çok anlatmaya gönüllü gibiydi. Hayatını yalnız geçirmişti ama yüreği, birçok kişinin derdine yer açacak kadar genişti.

Kasabanın içinde, Selim Bey’in uzun uzun konuşabildiği nadir insanlardan biriydi o. Sessizliklerini bile birbirlerine yaslayabilecek kadar alışmışlardı zamanla.

Mehmet Efendi, alışıldık telaşı içinde tezgâhın arkasına geçti, bir somun ekmeği itinayla aldı ve kâğıda sardı.

—Buyurun efendim, her zamanki gibi, dedi.

Selim Bey ekmeği aldı.

—Teşekkür ederim. Akşama, yine orada oluruz. Sohbetin yerini hiçbir şey tutmuyor.

Mehmet Efendi başıyla onayladı.

—Allah sağlık versin Selim Bey. Her şeyin başı o zaten.

Selim Bey kapıya yönelirken, Mehmet Efendi’nin sesi arkasından ulaştı:

—Görüşürüz Selim Bey.

Fırının içi, Selim Bey’in çıkışıyla birlikte yeniden kendi sessizliğine döndü. Dışarıda rüzgâr hâlâ kendi türküsünü söylüyor, sokaklar ise yavaş yavaş uyanıyordu.

Kasabanın ritmi hızlanmaya başlamıştı artık. Sırt çantalarıyla okula giden çocuklar, çarşıya yönelen kadınlar, kahvehanelere sığınan ihtiyarlar, balığa açılan küçük motorlar ve onları uğurlayan martılar… Hepsi, yağmurla yıkanmış kaldırımlarda yeniden doğmuşçasına adım atıyordu. Ve kasaba, bütün olan bitene ayak uydurarak, yavaş ama kararlı bir biçimde kendi olağan ritmine kavuşuyordu.

Kararsızlığın Kıyısında

İstanbul’un ortasında, zamanın ayak seslerini taşıyan kalabalığın içinde yürüyordu genç kadın. Öğle arasıydı. Koşuşturan insanların adımlarında bir ritim vardı; kalabalık, sanki görünmeyen bir müzikle dans ediyordu. Sibel, bu ritmi zihninde tarantella dansına benzetti. O an, şehir bir sahneye, insanlar da rolünü hiç şaşmadan oynayan figüranlara dönüşmüştü.

İstiklal Caddesi’ne doğru yürürken, alışkanlıkla vitrinlere göz gezdirdi. Sinema afişleri, parlak camların ardından ona göz kırpıyor, ama hiçbiri ilgisini yeterince çekmiyordu. Hayatındaki seçimlerin çoğu gibi, bu anda da kararsızdı. Otuz üç yaşına gelmişti ama hâlâ, basit bir kararın bile eşiğinde saatlerce durabiliyordu. Kısa süren evliliğinin başlangıcında da aynı tereddüt vardı; karar verene kadar ruhu yorulmuş, içi dağılmıştı. Ama o kararsızlığın içinde, hayat ona bir iyilik yapmıştı—bunu çok sonra anlayacaktı.

Saatine baktı. Gözleri hafifçe açıldı. Zaman daralıyordu. Kararlı bir adımla en sevdiği kitapçıya yöneldi. Ay sonunda kendisine verdiği o küçük ödülü, yani kitap almayı, ihmal etmeyecekti. Kitapların arasında gezinmek, onun için yalnızlıktan bir kaçış, duygularına sığınak kurmaktı.

Aşk romanlarının olduğu bölüme geldi. Renk renk kapaklar, umut ve hüzünle yarışır gibiydi. Kırmızı zemin üzerine beyaz çizgilerle tasarlanmış bir kalp, bir kitabın kapağında ona göz kırptı. Bu sade ama vurucu tasarım, kararını şekillendirdi. Kitabı aldı, hiç oyalanmadan kasaya yöneldi.

Taksim’den Gümüşsuyu’na inen yokuşta adımlarını hızlandırdı. Rüzgâr, saçlarını dağıtıyor, yüzüne serin bir dokunuş bırakıyordu. Dolmabahçe’ye yaklaşırken, göğsünün sol yanında, aniden hissettiği bir kıpırtıyla irkildi. Bu, sıradan bir gün değildi; hissediyordu.

İçeri girdiğinde hemen masasının başına geçti, ahizeyi kaldırdı. Sekreterlik yaptığı iş yerinde, öğle tatillerini iş arkadaşı Aslı ile dönüşümlü olarak kullanıyorlardı. Hemen Aslı’nın dâhili numarasını çevirdi. Zeki Bey’i arayan olup olmadığını soracaktı. Ama Aslı başka bir şeyden bahsetti—gelen bir mektuptan.

Sibel’in yüzü değişti.

Mektup mu? Diye mırıldandı içinden.

Kimseden mektup beklemiyorum ki…

Ama sonra… Kalbinde tatlı bir titreyiş hissetti. Kimden geldiğini az çok tahmin etmişti. O anı düşününce, dudaklarında bir tebessüm belirdi. Ama bu tebessüm, Aslı’nın yaklaşmasıyla yerini gergin bir ifadeye bıraktı. Mavi klasörüyle yanına gelen Aslı, biraz da merakla, elindeki zarfı havada sallıyordu.

–Merhaba Sibel, söyle bakalım, bu gizli hayran kim?

Sibel gülümsemeye çalıştı, ama tedirginliği belli oluyordu.

–Aslıcım, düşündüğün gibi değil. Ama teşekkür ederim.

Aslı, sahte bir inanmışlık ifadesiyle başını salladı.

–Senin dediğin gibi olsun canım, ama söyleyeyim; pek inandırıcı değildi… Görüşürüz.

Sibel mektubu eline aldığında, kalbinin daha hızlı atmaya başladığını fark etti. Zarfın kenarlarını parmaklarıyla yokladı, sanki içeriği avuçlarının arasındaydı da, onu hissetmeye çalışıyordu. Mektubu açtı. Kelimelerle karşılaşır karşılaşmaz gözleri doldu. Ağlamamak için kendini tuttu. Birkaç satır yetmişti duygularını yerinden oynatmaya. Bugün artık sıradan bir gün olmaktan çıkmıştı. İçinden geçenleri bile susturan bir sessizlikle, derin bir nefes aldı.

Çantasından küçük aynasını ve makyaj çantasını çıkardı. Aynaya bakarken, yeşil gözlerinde ışıldayan o farklı parıltıyı fark etti. Saçlarını düzeltti. Tenine uygun allığı hafifçe sürdü. Dudaklarına açık tonlarda bir ruj sürmeyi ihmal etmedi. Her şey yerli yerindeydi. O, uyumun ve zarafetin kadınıydı.

O sırada, dışarıda İstanbul Boğazı lodosun ellerine teslim olmuştu. Dalgalar neşeyle kıyılara çarpıyor, saray duvarlarına vurdukça çocuklar gibi gülüyordu. Ağaçların dallarındaki yapraklar, birer birer kopuyor; tıpkı şarkıcılara atılan peçeteler gibi havada savrulup toprağa düşüyordu.

Kızıl Gölge

Türkan Hanım, günün kazancını düşünürken, zihninde sürekli yorumlar dolaşıyordu. Yanında, çay ve temizlik işlerine özenle bakan Emine Hanım’ın yaptığı o mis kokulu Türk kahvesinden küçük yudumlar alıyordu. Giyim mağazası, şehrin işlek caddelerinden birinde, iki katlı ihtişamıyla duruyordu. Kadınlara hitap eden şık giysiler, vitrinlerde albenisini gösteriyordu. Emine Hanım dışında, mağazada çalışan iki personel daha vardı. Türkan Hanım, beş yıldır bu dükkanı işletiyordu; bazen işler istediği gibi giderken, bazen de belirsizliğin sarsıntılarını yaşıyordu. Ticaretin sert doğasında, risk ve belirsizlik bir aradaydı. Üniversiteyi bitirdikten sonra, ailesinin evlenmesi konusundaki baskılarına inatçı duruşuyla karşı koymuş, kendi yolunu seçmişti. O inatçılık, iş hayatında da ona kalkan olmuştu. Yaşadığı zor bir olay sonrası, bu inatçılığın ne denli kıymetli olduğunu anladı; şansı, hayatına yeni anlamlar katmıştı.

On beş yıllık evliliğin ardından, kızı ve eşiyle dolu dolu bir hayatı vardı. Evlenmiş olması, ailesini en çok sevindiren gelişmeydi. Türk kahvesinden son bir yudum alıp, karşıdaki boy aynasının önüne geçti. Aynada kendini süzdü; doğum yapmış olmasına rağmen, bedeninin hâlâ formda olduğunu düşündü. Fakat son zamanlarda eşinin, özellikle başka kadınlara bakışları yüzünden içinde bir kızgınlık büyüyordu. Defalarca uyarmıştı ama etkisi sınırlı kalmıştı. Ailesinin tek çocuğu olması yüzünden biraz şımarıklıkla karışık bir kişilik geliştirmişti. Saçlarının kırmızı rengi biraz solmuş, uzamıştı. Çalışanlarından Neslihan’a seslendi:

–Ben çıkıyorum, yarın sabah görüşürüz. Siz de oyalanmadan çıkın.

Neslihan, ilk işe aldığı personeldi ve ona güvenirdi.

–Tamam, Türkan Hanım, merak etmeyin. Size de iyi akşamlar, yarın görüşürüz dedi, patronunu nazikçe uğurladı.

İş yerinin önünde park halinde duran beyaz arabasına bindi. Kırk beş yaşında olmasına rağmen, araba kullanırken hız yapmayı seviyordu. Yirmi yaşında ehliyetini almıştı ve babasının şımarık kızı olarak istediği her şeye sahip olmuştu. Fakat şımarıklığının yanında hırslıydı; hırs bazen işine yarar, bazen ise yarardan çok zarar verirdi. Bir saat önce eşi Hakan’ı telefonla aramıştı. Hakan elli yaşında, düzgün fiziğiyle bir fabrikada depo müdürüydü. Akşam yemeğine geç geleceğini söylemişti, beklememelerini istemişti.

Eve yaklaşırken, cep telefonundan kızını aradı.

–Alo anneciğim.

–Kızım, bir şey ister misin?

–Hayır anneciğim.

–Tamam, ben geldim. Hadi görüşürüz, seni öptüm.

Arabasını apartmanın kapalı garajına park etti. Apartmanın girişindeki posta kutusundan, içinde duran mektup zarfını aldı.

İstanbul’un üstünde, çiseleyen yağmur ve akşam karanlığı ağır ağır çökerken, şehrin çok uzağında olmayan sahil kasabasındaki köhne bir meyhanede, iki adam derin bir sohbete yelken açmak için son hazırlıklarını yapıyordu.

İkinci Bölüm

Sessizlikteki İhanet

–Mehmet Efendi, en kötü günümüz böyle olsun. İnsanların iletişimden ne denli mahrum kaldıklarının farkında mısınız? Burada kastettiğim, yüz yüze durdukları hâlde, samimi şekilde hal hatır sormayı tamamen unutmaları. Anlıyor musunuz bunu?

Karşısında oturan adam, elli yaşına rağmen hayatın tecrübesini, yaşadığı deneyimlerle kazandığını bilirdi.

–Anlıyorum, Selim Bey.

Kadehini yudumlarken devam etti:

–Artık ak koyun ile kara koyunu birbirine karıştırıyorum. Siz ne dersiniz?

Selim Bey hafifçe gülümsedi:

–Her insanın ayrı bir rengi vardır, Mehmet Efendi. Ve renklerinde anlamları vardır. Her elbise herkese yakışmaz. Nasıl ki dansın kendine özgü figürleri varsa, hangi renkte elbise giyileceği de önemlidir. Önemli olan, koyunun hangi renkte olduğundan çok, hangi elbiseyle dans etmek istediğini anlamaktır.”

Mehmet Efendi, ne demek istediğini anlamaya çalışırken biraz şaşırdı:

–Dans nasıl edilir, bilir misin?

Kadehindeki içkisini bitirip gülmeye başladı:

–Sanki dans bilmiyormuşum gibi… İki ay önce kasabada düğün vardı, ben de oradaydım.

Selim Bey, onun düğündeki dansı kastetmediğini söyledi.

–Düğündeki dans değil mevzu.

Uzun zamandır beraber vakit geçiren ikili, genellikle meyhanede buluşup sohbet ederdi. Mehmet Efendi lise okumamıştı; İstanbul’da doğup büyümemiş, kasabanın sıradan insanlarından biriydi. Kimse ona “bey” demezdi. Ama o, insanlara ikinci şans vermeye inanıyordu.

– Dans derken neyi kastediyorsunuz?

Selim Bey, hafifçe kaşlarını kaldırdı:

–Hayatta öyle anlar vardır ki, ölümle hayat arasında dans ederiz. Kiminle, ne için ve nasıl dans ettiğimizi çoğu zaman bilemeyiz. Mesela, yüzüne karşı seni hoş tutan ama arkan dönünce kötü konuşan biri, hareketli bir ritimle dans eden dansöze benzer mi, benzemez mi? Öyle güzel benzer ki, Ortadoğu’nun en kıvrak dansözü bile onun yanında soluk kalır.

Mehmet Efendi, Selim Bey’in bu sözlerinden sonra rahatladı. Ona bir şans daha vermekle ne kadar doğru yaptığını düşündü:

–Dans etmeyi bilmem Selim Bey, ama dans etmek isteyen olursa teklifini asla geri çevirmem.

Selim Bey kadehini doldurup etrafa bakındı. Meyhanede dört masa daha vardı. Tavanda dönen vantilatör, sobadan çıkan dumanları sağa sola savuruyordu. Garson sobaya odun attı.

–Dans etmeyi öğrenmek zor değil. Ama hangi dansı, ne zaman ve kiminle yapacağını bilmek gerek. Yoksa ne olur?

–Bilmiyorum. Ne olur?

–Şansını zorlamış olursun.

Şans lafı geçince, Mehmet Efendi’nin yüzü değişti. Elli yıldır şans kapısına uğramamıştı. Ona göre şans doğuştan verilen bir armağandı. Sigara dumanını üflerken, sessizce düşündü:

–Selim Bey, sizinle dans etmek isteyen çok kişi olmuştur. Onlara ne kadar şans verdiniz?

–Şansını zorlayan, içinde ne olduğunu bilmediği bir odanın kapısını açandır. Böyle insanların, karşılaşacaklarının hesabını iç dünyalarında yapmış olmaları gerekir. Bir kere şanslarını zorlamışlardır. Bir daha şans tanımak, onlara karanlık bir odanın anahtarını vermek demektir. Emlak ticaretinden kazandığım hayatla, kendime böyle bir şans tanıma lüksüm yok, Mehmet Efendi.

Dışarı çıktılar. Ayakkabılarının yere vuran sesi kasabanın sessizliğini deliyordu.

İhanetin en belirgin özelliği sessizce gerçekleşmesidir. Özel hayatlarında ihanete uğrayanlar, bu sessizlikle baş başa kalırlar. Sessizlik, ihanetin ömrünü uzatır, sinsice yaşanmasına neden olur. İhanete uğrayanların yaşamlarından ne götürüldüğünü anlamak bazen bir ömür sürer. İçlerindeki yaraların ne zaman kabuk bağlayacağı ise bilinmez.

Uyuyamayan Kadın

Uykusunun gelmesi için eline aldığı süt dolu bardağı yudumlayarak yatağına yattı. Bir yandan sütünü içerken, diğer yandan aşk romanından birkaç sayfayı hızlıca okudu. Kitabı okudukça önce gözleri, ardından bedeni yorgun düştü. Gece lambasını kapattı. Gözlerinin karanlığa alışması kısa sürdü. Uykuya geçtiğini sandı ama her sanış, yaşanan her aldanışa açılan bir kapıydı. O kapının açık olduğunun en güzel kanıtı, sırtüstü yatarken açık kalan gözleriydi.

2000 yılının son altı ayında hayatının en uzun uykusuz dönemini yaşadı. O zamanlar evliliği zor dönemeçlerden geçiyordu. Bekâr iken, evleneceği kişinin nasıl biri olacağını merak ederdi. Hayalinde yarattığı erkek yoktu ama merakından kendini kurtaramazdı. İnsanların dış görünüşlerinden çok, iç dünyalarına önem veriyordu. Bunun pek çok geçerli nedeni vardı; dış güzelliklerin geçici, iç güzelliklerin ise kalıcı olduğuna inanıyordu. Evleneceği kişinin hayatında geçici değil, kalıcı olmasını istiyordu.

Mayıs ayında, ailesinin ısrarlarına dayanamayarak görücü usulü Cemal ile evlendi. Ailesini çok sevdiği için onları kıramadı. İlk altı ay boyunca Cemal’le aralarında çok fazla sorun çıkmamıştı. Sessiz sedasız devam eden evlilik, altıncı ayını doldurduğunda, gördüğü ihanetin ikinci ayını sessizce tamamlamıştı.

Başka bir kadın tarafından aldatılıyordu. Farkına vardığında yalnızlık hissi sardı onu. O his, kendisini ihanetin sessizliğine ortak etti. Artan yalnızlık, sırtında ağır bir yük gibiydi. “Nasıl olur da böyle bir ihanete kalkışabilirdi?” diye düşündü. Kadınlarla kendini kıyaslamayan bir yapıya sahipti; bunun sebebi özgüveniydi. Keşke onun da kendine olan güveni olsaydı. Yaşadığı ihanet karşısında taviz vermedi, tavrını net koydu. İlk fırsatta boşanma davası açtı. Kasım ayının ortasında, mahkeme salonunda Cemal ile yüz yüze geldikleri tek yer, boşanma kararıyla sonuçlanan celseydi.

Boşanmasının ardından yeni hayatıyla ilgili kararlar aldı. İlk karar, bundan sonra tek başına yaşayacağıydı. Yeni hayatında kararsızlığa yer yoktu. İkinci kararı da buydu. Son karar ise bir daha kimseyle evlenmemekti. Bu kararlarından vazgeçmeyecekti. Ailesine açıkladığında, onlardan saygı bekledi. Ailesi zaten üzgündü; kızlarının daha fazla incinmemesi için kararlarına saygı gösterdiler. Kızlarının yeni hayatında mutlu olmasını istiyorlardı. Erkek kardeşi ise her zaman ablasının yanında olacağını söyledi ve destek sözü verdi.

Evli olduğu ve ailesinin yaşadığı Kadıköy’den taşındı. Avrupa Yakası’nda Beşiktaş’ta ev tutarak yeni hayatının ilk adımlarını attı. Boşanma sürecinde karşılıklı olarak evdeki eşyaları eşit paylaştılar. Kendisine düşenleri ikinci el eşya alan bir dükkânda sattı. Yeni evine yeni eşyalar aldı. Eksikliklerini tamamladıktan sonra kendine yeni kıyafetler almaya başladı. Ailesinin maddi durumu iyiydi. Tek başına yaşama kararının ardında yatan en önemli nedenlerden biri buydu. Maddi desteğin yanında, manevi desteği de eksik olmadı.

Boşanmasının üzerinden beş yıl geçmişti. Yeni evinde, kurduğu yeni hayatın tadını yavaş yavaş çıkarmaya başlamıştı. Geçmiş evliliği ve kendi şansı hakkında iç hesaplaşmalar yapıyordu. Kendini yeniden dansa davet edeceği ana kadar bekleyecekti. Saatine baktı; gece saat 02.00’ydi. Yatağında sağ tarafına döndü, başını koyduğu yastığın altına sağ elini soktu. Sabah saat 07.00’de çalacak olan cep telefonunun alarmını duyacağı ana kadar rüya âlemine yolculuğa çıktı.

Yaşanan her şey, ileride tekrar edileceği ana dek hayatın not defterine unutulmaz anılar olarak kaydedilmeye devam edecekti. İstanbul, yirmi dört saat uyumayan şehir olarak ününe ün katarken; şehrin yarı uyanık kalan yerleşim bölgelerinde, yarı uyanık bedenlerin işgal ettiği yataklarda kıpırdanmalar, hayatın olağan akışı sayılıyordu.

Erime Noktası

Yatakta sırtı dönük yatan adam, kızıl saçlı kadının omuzlarında dolaşan parmaklarını hissettiğinde, yavaşça dönerek sırtüstü yatmaya başladı. Kadın, adamın açıkta kalan göğsünde parmaklarını gezdirmeye devam edince, adamın göz kapakları ağır ağır aralandı. Kısık bir sesle:

–Canım, lütfen, dedi.

Adamın dudaklarından çıkan “lütfen” kelimesi, aralarına çekilmek istenen bir duvar misali, yatak odasının duvarlarında yankılandı. Kızıl saçlı kadın önce bu kelimeyi umursamadı, parmaklarını tekrar göğsünde dolaştırmaya başladı. Adam, yeniden hissettiğinde, ses tonunu yükseltmeden uyarıcı bir ifadeyle:

–Türkan, dedi. Sonra sessizce bekledi.

Türkan kıkırdayarak yanıtladı:

– Efendim, aşkım?

–Rahat dur.

Parmaklarını çekmeyerek:

–Neden rahat duracakmışım?

–Ben böyle olmasını istiyorum da ondan.

Adam, sonunda uykusunu bölmeyi başarmıştı.

“Senin istemenle olmuyor”, diye mırıldandı kadın, inatla onu kızdırmaya devam ederek.

Adam, karanlık odanın belli belirsiz tavanına gözlerini dikerek sordu:

–Bu ne demek oluyor şimdi?

–Hakan, seninle sevişmek istediğimi anlamıyor musun?

Hakan, yapmacık bir gülümsemeyi bastırmaya çalıştı. Türkan’ın bunu anlamasının mümkün olmadığını çok iyi biliyordu. Ona dönerek:

–Ne zamandır, istenilen adam oldum? Bunu öğrenmek isterim.

Odada soğuk bir rüzgâr esmişti sanki. En son tartıştıkları an gözlerinde canlandı. O gün, eşine sert çıkışlarda bulunmuştu. Tartışmanın sebebi üzerindeki haklı ısrarıydı; eşinin karşı çıkışıyla sinirlenmişti. Eşi hiçbir zaman kendi babası gibi olamazdı. Babası gibi olmak için olumlu adımlar atmamıştı. Türkan, babasının hoşgörüsünü beklerken karşısında ders vermeye çalışan, kabalaşan, küstahlaşan bir adam bulmuştu.

–Hakan, biliyor musun? Her geçen yıl sana olan inancım azalıyor. Yıllar geçtikçe, bu adamla mı evlenmeyi hak ettim? diye düşünmeye başladım, dedi ve parmaklarını adamın göğsünden çekip sırtüstü yattı.

–Peki, yıllardır şımarıklık dozun azalacağına artıyor, bunu fark etmiyor musun? Artan dozunu ayarlamam konusunda yaptığım uyarıları hiç aklına getirip, “Ben kimim? Yaşım kaç? Bu yaşıma geldim ama şımarıklığımdan ödün veremedim,” tarzında sorular sormuyor musun?

Hakan, zıvanadan çıkmaya başladığını hissediyordu.

–Hakan, yeter! Daha fazla konuşup sinirlenmek istemiyorum. Sırtını dön ve uyumana devam et, dedi Türkan. Sevişmek konusunda ısrarcı davrandığı için kendisine kızıyordu.

Kısa bir sessizlikten sonra Hakan:

–Tabii, işine gelmedi değil mi? Kaçacak yer arıyorsun. Bu durumlarda kaçmak yerine kabullenmeyi bir kere deneseydin… Şu an seninle tartışıyor değil, sevişiyor olurduk. Ama sen dediğim dedik tavrınla devam edip, iki gün sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranıyorsun. Bence son sözlerimi iyi düşün derim, dedi.

Yattığı yataktan kalkıp holü geçerek mutfaktaki sigara paketini aldı, hırsını sigaradan çıkarmaya başladı.

Türkan, yatakta tek başına kalınca sessizce ağlamaya başladı. Şımarıklığı yeniden gündeme gelmişti. Bu onun suçu muydu, yoksa ailesinin mi? Şımarık olmak kalıtımsal mıydı, yoksa başka bir hastalık mı? Bu soruların bir yanıtı olmalıydı. Gözlerinden süzülen yaşları avuçlarıyla silip, yataktan kalktı. Banyoya gidip yüzünü yıkadı.

Aralık ayı, insanlar arasındaki kapalı kapıları aralamaya hazırlanıyordu.

İstanbul, kışı karşılamaya eskisi kadar özen göstermiyordu. Küresel ısınma, hazırlıkların üstünkörü yapılmasına neden oluyordu. Seneler önce Titanik adlı dev yolcu gemisine kafa tutan buzullar, son yıllarda güneşe dondurma kıvamında tatlar sunuyor, her yalayışta eriyip yok oluyorlardı.

Buzulların erimesine yalnızca güneşi suçlamak haksızlıktı; insanlık da bu sürece katkı sağlıyordu. Buzullar erirken, insanlar aralarındaki dostluk köprülerinin ayaklarına dinamit koyuyor, defalarca patlatıyordu. Bazı geceler gökyüzünde rengârenk havai fişek gösterileri düzenleniyor, ama kimse bu görsel şölenin insanlığın hüzünlü tükenişine katkı sağladığını fark etmiyordu.

Dipnot:

[1] Ritim: Süre kavramından türemiştir. Etkisi yalnızca müzik ve sanatlarda değil, bütün evrene egemendir.

Üçüncü Bölüm

Gölgelerin Ardından

Papatya ve Diken

Aralık 2005

Venüs, adını güzelliğinden almış olmalıydı. Dudaklarından adeta bal damlıyordu. Olduğu yerden, o bal damlayan dudaklara ulaşmak hiç zor değildi. Birkaç adım ötedeydi. Mavi renkli elbisesiyle, önünde duran kadının etrafında aniden dikenler belirmeye başladı. Bu durduk yere ortaya çıkan dikenlere anlam veremiyordu. Dikenlerin arasında duran o güzel kadın ise, cazibesi ve çekiciliğiyle onu papatya tarlasının ortasındaymış gibi hissettiriyordu. Kadına dokunmak, onu kollarına alıp öpmek için bir adım atmak üzereyken, altındaki toprak hareketlendi; o da kendini hızla, derinliğini kestiremediği karanlık bir kuyunun içine düşerken buldu. Bağırmak istedi ama ses çıkaramıyordu. Kendini kısıtlanmış, çıkışsız bir fare gibi hissediyordu. Düşerken, dilinin damağına yapıştığını fark ettiği anda gözlerini açtı.

Nerede, hangi zaman dilimindeydi? Hafızasını yokladı. Yine rüya görmüştü. Gençken ve evliyken gördüğü rüyalar bu kadar korkutmaz, aksine huzur verirdi ona. Üç-dört ay önce okuduğu bir makale geldi aklına, uyku ve rüyalar üzerineydi.

Selim Bey, evinin salonunda uzanmış olduğu üçlü koltuktan kalktı. Üzerindeki yorgunluğu atmak için, yemek masasındaki çalar saate baktı; akşamüstüydü. Etrafındaki eşyaları süzdü. Rüyanın etkisinden kurtulmak istiyordu. Ölen eşi Münevver Hanım yaşasaydı, gördüğü rüyayı anlatmak için sabırsızlanırdı. Yalnızlığın, rüyalarını bile başkasıyla paylaşamamak olduğunu anladı. Yalnızlık, insanı dilsiz yapıyordu; bu, ne kadar acımasızdı.

Acımak konusundaki anlayışı daima katıydı. Ona göre, birine acımak, o kişiye yapılacak en büyük kötülüktü. Acımanın, insanları rencide eden yönünü göremeyen ne çok insan vardı. Düşüncesiz insanlar… Geride bıraktığı yıllarda, çokça karşılaşmıştı onlarla. Konuşmaları ve davranışlarıyla bencilliklerini fark edemeyenler… Hatasını kabul etmeyen bu tür insanlardan olmadığına şükrediyordu.

Canının sıkılmaya başladığını hissetti. Böyle anlarda ne yapacağını çok iyi biliyordu. Üstüne paltosunu aldı ve dışarı çıktı. Rüyadan uyandığında evine kadar giren güneş, yeniden bulutların ardına saklanmıştı. Bu yalancı güneş hareketi ona aldatıcılığın yüzünü gösteriyordu. Çarşı yolunun solundaki sokağa yöneldi. Sokaktan on metre yürüyüp, tek katlı, bahçeli bağımsız evin bahçe kapısını açtı. Kapıya bir kez bastı. Kapı açılmayınca endişelendi, belki evde değiller diye düşündü. Tam geri dönecekken kapı açıldı.

–Gel Selim, içeriye gir, hoş geldin, dedi Pamuk Nine, başının üzerindeki tülbendi çenesinin altında düğümlerken ve gülümseyerek kenara çekildi.

Pamuk Nine’yi her gördüğünde yüzünde tebessüm olurdu. O yaşlara geldiğinde kendi yüzünde de hep tebessüm olmasını dilerdi. Pamuk Nine, hayatını tebessümle sürdürebilen nadir insanlardandı. Ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi. Yüksekçe divanda oturan Değer Dede'nin elini öptü, başına koydu.

–Merhaba Değer Dede, nasılsın? Dedi.

İhtiyar adam hafifçe doğruldu.

–Merhaba Selim.

Değer Dede’nin elini öptükten sonra, odaya giren Pamuk Nine’nin elini de öptü.

–Pamuk Ninem benim, nasılsın, iyi misin?

Pamuk Nine, Selim’in boynuna sarıldıktan sonra:

–Allah'a şükür iyiyim. Paltonu çıkar, otur şuraya, dedi ve paltosunu aldı.

Değer Dede’nin yanına oturup sırtını sıvazladı.

–Sen nasılsın? İyi misin dedem?

Değer Dede, Selim’in ilgisinden çok memnundu. Aralarında kan bağı yoktu ama sevgisini her fırsatta gösterirdi. Bembeyaz sakalını avucuyla sıvazladı.

–Allah'a şükür iyiyim, bu halimize de şükür. Sen nasılsın?

–Canım sıkılınca uğrayayım dedim, hal hatır sorayım, bir istekleri var mı yok mu öğreneyim.

–Çok sağ ol, gelmekle iyi ettin, diyerek tespih çekmeye devam etti.

Pamuk Nine, sohbeti bölmemek için oturdu.

–Selim, ne yaptın? Evlatlar nasıl, haber alıyor musun?

–Geçen gün büyük oğlanla telefonla konuştum, iyilermiş, ellerinden öperler.

–Sağ olsunlar. Çayı yeni demlemiştik, içer misin?

–Pamuk Ninem, zahmet etme.

–Ne zahmeti! dedi ve mutfağa yöneldi.

Değer Dede’nin gözleri masmaviydi. Deniz tutkusunu ve sevgisini gözlerinin renginden almış olabileceğini hep düşünürdü Selim. Yıllarını sahil kasabasında balıkçılıkla geçirmiş, kış mevsimi gelince de kumsala çekilen, boyaları dökülen sandala bakar gibi yalnızlığı ve suskunluğuyla dururdu.

Değer Dede, bir gün Selim’e Pamuk Nine ile nasıl evlendiklerini anlatmıştı. O zamanlar zıpkın gibi bir delikanlıydı. Doğup büyüdüğü yerde, Pamuk Nine’yi denizden geldiği bir gün, çarşıdaki manavın önünde görmüş ve ilk bakışta âşık olmuştu. Pamuk Nine’nin bembeyaz tenini denizanalarına benzetmişti. Anne babasına haber vermişti. Ailesi oğullarının ısrarı üzerine, aracıları devreye sokmuş, ancak olumsuz yanıt almışlardı. En büyük sebep, Değer Dede’nin balıkçı olması, sürekli denize açılmasıydı. Asıl neden ise genç kızlarının erken dul kalma endişesiydi.

Olumsuz haberi duyduğu gün, iskeleyi sonuna kadar gidip denize bağırmıştı. Kaçırma planı yapmaya başlamıştı. Pamuk Nine’nin en samimi kız arkadaşına haber göndermiş, kaçış planı ayrıntılarıyla anlatılmış, Pamuk Nine de kabul etmişti. Kaçırıldıkları gece balıkçı motoruyla denize açılmış, geceyi komşu kasabanın balıkçı barınağında geçirmişlerdi. Ertesi gün, aileleri jandarmaya gitmekten vazgeçmiş, ellerini öperek evlenmelerine izin vermişti. 1950 Ağustosunun 22. günü, aşklarına yakışır bir düğünle evlenmişlerdi.

–Selim, buyur evladım, afiyet olsun.

–Ellerin dert görmesin, diyerek çayı aldı.

–Bu sıralar çarşıya çıkamıyorum. Deniz ne âlemde? dedi Değer Dede, yanıt beklercesine.

–Sensiz tadı yok ama kıyıya vuran dalgalar sana selamlarını gönderiyor.

Değer Dede gülümsedi.

–Sen çok yaşa. Eskisi gibi geceleri uykusuz kalamıyorum, erken yatıyorum. Dizlerim ağrıyor, bu viraneden dışarı çıkamıyorum. Aşkımı görmeyi çok özledim.

Bunu duyan Pamuk Nine gülerek, biraz da kıskançlıkla:

–Aman, sakın geç kalma, sevgilin kaçıyor sanki hemen git, dedi.

Pamuk Nine, evlendikten sonra kocasının deniz aşkını anlamaya başlamıştı. İçten içe kıskanmıyor değildi, ne de olsa aşkı denizeydi. Kocası onun mavişiydi.

Pamuk Nine, Yaradan’ın her kulda bir eksik bıraktığını düşünürdü. Kocasını mavi gözlerle yaratırken, eğri burun vermesi de bunu doğruluyordu. Ten rengi kocasının buğday değil, bembeyazdı.

Bunu duyan Değer Dede:

–Ah hanım ah, yine damarın tuttu, dedi gülümseyerek.

Selim, iki sevimli ihtiyarın birbirine takılmasından memnundu. Keşke zaman durup bu güzel anlar hiç bitmese diye düşündü. Saate baktı; zaman su gibi akıyordu. İstemese de kalkmak zorundaydı. Çaydan son yudumunu aldı, ayağa kalktı.

–İzninizle ben kalkayım.

Çarşıya vardığında, beyaz flüoresan lambanın aydınlattığı kahvehanenin önünde durdu. İçeride, insanların üstünde ince bir bulut gibi sigara dumanı vardı. Evine doğru yürüdü.

Duvarın Gölgesinde

“Kadın sevdiği adamla, bir ömür boyu beraber olamayacağını biliyordu. Adam da bunun farkındaydı. Hayatlarının arasında örülü olan duvardan, atlayamayacaklarını da öğrenmişlerdi. Duvarın üstü tellerle çevriliydi. Kadın ve adam, duvara her tırmanışlarında, tellere takılıp duruyorlardı. Her takıldıklarında ise kanayan ve acıyan yanlarını görüyorlardı. Aralarında filizlenen aşk, duvarın kendilerine ait olan bahçelerinde, günü geldiğinde solup duracaktı.”

Okuduğu kitaptaki sözler, Sibel’in gözlerini uzaklara daldırmaya yetmişti. Taksim’e doğru hareket eden dolmuşun ön kısmında oturuyordu. Sileceklerin çalıştığını fark eden Sibel, erkek-kadın ilişkilerinde üstünlüğün kimde olduğu konusunda kararsızdı.

Üstünlük erkekteyken, hakaret yağmurlarına engel olmak için ilişkinin sileceklerinin çalışması gerekiyordu. Üstünlüğün kadına geçtiği zamandaysa kıskançlıklar, çekememezlikler, hesap sormalar fırtınalı havayı andırdığında, ilişkinin silecekleri nereye gidildiğini net görmek adına yeniden devreye giriyordu.

Okuduğu kitaptaki kadın ve erkek karakterlerin ilişkilerindeyse herhangi bir üstünlük yoktu. Çünkü ikisinin arasında duran, üstü tellerle örtülü olan duvarın yıkılması gerekiyordu. Bunun olması ise imkânsızdı. Her iki karakter de evliydi.

Seyir hâlindeki dolmuş sola dönerek durdu. Yolculuğun başından beri trafik için homurdanan şoför:

–Buyurun, son durak, dedi.

Dolmuştan inen Sibel, bir süre yürüdükten sonra beş katlı apartmanın kapısının önünde durdu. Omzunda taşıdığı çantasında, iş yerine ait anahtarlığı bulması zor olmadı. Giymiş olduğu siyah renkli uzun mantosunu üzerinden çıkartıp, giriş kapısının yanında duran üçayaklı kahverengi askıya astı.

Bu askılığı, boşanma davası için babasının tanıdığı olan avukatın bürosuna gittiğinde görmüştü. O günden sonra bu türdeki askıları, seyrettiği siyah beyaz filmlerdeki avukatlık bürosu sahneleriyle özdeşleştirmişti. Bu nedenle, bu tür askılara "avukat askısı" demeyi alışkanlık edinmişti.

Sekreterlik görevini üstlendiği iş yeri ise bir avukatlık bürosu değil, mali müşavirlik hizmetleri sunan bir firmaydı. Sabahları iş yerine gelen ilk kişi hep kendisiydi. Ancak her akşam çıkan son kişi kendisi değildi.

Neskafe yapmak için masasının en üst çekmecesindeki, peçeteye sarılı fincanını aldı ve mutfağa doğru yürüdü. Mutfak tezgâhındaki su ısıtıcısına, musluktan su doldurup düğmesine bastı. Tam o sırada kapı zili çaldı. Sibel, sesi mutfaktan duydu ve kapıya yöneldi.

Aslı’yı görünce:

–Günaydın güzelim, hoş geldin, dedi.

Aslı ile kucaklaştılar, yanaklarından öpüştüler. Sibel’in içten öpücüğüne, Aslı da aynı sıcaklıkla karşılık verdi:

–Günaydın canım, hoş buldum.

Sibel, Aslı’ya alıcı gözle bakarak:

–Güzelim, neskafe hazırlıyorum. Sana da yapayım mı?

Aslı derin bir nefes aldı:

–Canımsın. Üstümü başımı değiştireyim, geliyorum.

Aslı’nın odası, Sibel’in masasının karşısındaki koridorun sonundaydı.

Sibel mutfağa döndü. Su ısıtıcısı fokurdayınca, düğmeye tekrar bastı. Lezzetli bir neskafe hazırlamak için bu anı yakalamanın önemini zamanla öğrenmişti. Üç çay kaşığı neskafeyi fincana koyduğu anda, Aslı elinde kendi fincanıyla mutfakta belirdi.

–Tam zamanında geldin, canım.

–Dostlarım zamanlama konusunda iyi olduğumu söylerler.

Sibel, Aslı’nın fincanına da neskafe koyduktan sonra sıcak suyu fincanlara boşalttı. Neskafenin kokusunu çok seviyordu; favorisi fındıklı olandı. Aslı ise sade tercih ederdi.

Fincanları alıp çalışma alanına geçtiler. Sibel, arkasındaki koltuğa; Aslı da sağ koltukta yerini aldı. İlk yudumları aynı anda aldılar. Ardından Aslı konuştu:

–Canım, biliyor musun? Bugün ne yapıp edip erken çıkmam gerek.

Sibel şaşırdı. Aslı hasta olmadığı sürece işi aksatmayan biriydi.

–Hayırdır güzelim? Sen böyle şeyler yapmazdın. Kötü bir şey mi oldu?

–Merak etme, kötü bir şey yok.

–Sevindim. Peki, bugün seni erkenden aramızdan ayıracak olan konu nedir?

–Randevum var. Geçen gün benden bir şey sakladın, biliyorsun değil mi?

–Güzelim, sen hâlâ onu unutmadın mı?

–İşte! Bak, nasıl oluyormuş! Neyse, ben senin gibi saklamayacağım.

–Güzelim ya…

–Bir aya yakındır biriyle telefonda görüşüyoruz.

–Bak sen! O şanslı kim acaba?

–Özel bir bankanın çağrı merkezinde çalışıyormuş.

–Çağrı merkezi mi?

–Evet, Sibel. Bu gece de nöbetçiymiş. Akşamüstü buluşalım dedi, ben de kabul ettim.

–Sana inanmıyorum!

–Neden?

–Ya güzelim! Fotoğrafını bile görmediğin birine, hele bu devirde, nasıl güveniyorsun?

–İnsanların seslerinden nasıl biri olduklarını anlıyorum, desem… Hem, benden gizli saklı hiçbir şeyim yok; bunu sen de biliyorsun.

–Peki, güzelim, kaçta buluşacaksınız?

–Saat dörtte.

Sibel, fincanındaki son yudumu aldı, evraklarını düzeltmeye başladı. Aslı ayağa kalkarak:

–Görüşürüz, hadi kolay gelsin.

Sibel arkasından seslendi:

–Sağ ol güzelim, görüşürüz.

Aslı’nın arkasından bakarken, ses tonlarının ilişkilerde ne kadar önemli olduğunu düşündü. Ama sadece ses tonuna bakarak birine âşık olma fikri ona çok uzak geliyordu. Aslı’nın cesaretine hem şaşırmış hem de hayran kalmıştı.

Tam dosyalarıyla ilgilenirken telefonu çaldı.

–Efendim?

Telefonun ucundaki sesi duyunca şaşkınlıkla:

–Anladım Zeki Bey… Çok geçmiş olsun. Kendinize iyi bakın.

Patronu Zeki Bey’in bir gecede rahatsızlandığını öğrenmek onu şaşırtmıştı. Daha dün sapasağlam odasındaydı.

Bu haberi Aslı’ya da vermek istedi ve dâhili numarayı çevirdi.

–Efendim canım. Ne oldu? Beni ne kadar çabuk özledin böyle?

–Müjdemi isterim.

–Hayırdır, ne müjdesi?

–Zeki Bey aradı. Rahatsızlanmış. Bugün işe gelemeyecekmiş.

–Ya! Sen var ya… Canımsın benim, canım. Şimdi dile benden ne dilersen!

–Ben biraz düşüneyim. Sen çıkarken haber ver, o zaman söylerim.

–Tamam canım. Ben çalışmaya devam edeyim. Görüşürüz.

–Görüşürüz güzelim.

Sibel, Aslı’nın ne kadar şanslı olduğunu düşündü. Keşke şans, Aslı’ya olduğu kadar kendisine de uğrasa, diye iç geçirdi.

O sırada telefonlar yeniden çalmaya başladı. Bugün, geçmişe göre telefon trafiği erken başlamıştı. Bu yoğunluk arasında fırsat bulabilirse annesini aramayı düşünüyordu.

Sabah sersemliğini sadece insanlar değil, koca şehir de üzerinden atmış gibiydi. Ana yollardaki yoğun trafik azalmaya başlamıştı. Yağmura rağmen hava soğuk sayılmazdı. Pastırma sıcaklarının yaşandığı günlerdi.

Kırmızı Rakamlar ve Beyaz Koltuklar

Camla kaplı bölmenin üzerindeki panoda, kırmızı rakamların neden başka bir renkte yanmadığını düşünüyordu. Neden ille de kırmızı? Aslında renk meselesinin o kadar da önemli olmadığını, 58 numarası yanıp söndüğünde fark etti. Düşüncelerinden sıyrılıp saçmaladığını hissederek, yanmakta olan numaranın yönündeki vezneye ilerledi.

Veznenin arkasında duran zayıf yapılı, kısa boylu, siyah saçlı kadın; yuvarlak yüz hatlarıyla, Türkan’a çocukken izlediği çizgi filmdeki akıllı farenin yuvasını anımsattı. Kadına, büyük cam bölmeden hesap cüzdanını uzattı.

–Hoş geldiniz, size nasıl yardımcı olabilirim? Dedi veznedar, hafifçe gülümseyerek. Ama Türkan, bu gülümsemenin sahte olduğunu hemen anlamıştı.

–Vadesiz hesabımdan 5000 TL çekmek istiyorum.

–Elbette efendim. Kimliğinizi de alabilir miyim?

Kimliğini uzattı. Kadının gözaltındaki torbalara takıldı gözleri; sanki uykusuz bir geceden kalma gibiydi. Bir aksilik çıkmadan işlemin tamamlanması için içinden dua etti. Bankaya her girdiğinde anlam veremediği bir tedirginlik hissederdi. Bu yüzden bankaya gitmekten hoşlanmazdı.

İşlemler tamamlandıktan sonra kadın:

–Türkan Hanım, buyurun. İyi günler dilerim, dedi ve parayla birlikte kimliğini ve hesap cüzdanını uzattı.

Türkan hızla çantasına koyup, dışarı çıktı. Park ettiği yere doğru uzun ve hızlı adımlarla yürümeye başladı. Bugünün yorucu geçeceğini önceden bildiğinden spor kıyafetler giymişti. Aracını teslim aldığı görevliye ücreti ödedikten sonra, arabasına binip trafiğe karıştı.

Radyoda çalan müzik, ruhunu dinlendiriyordu. Mağazasına yakın bir mobilya dükkânının önünde park yeri bulunca, arabasını bırakıp içeri girdi. Gözleri hemen sol köşedeki beyaz koltuk takımına kaydı. Mağaza müdürü onu görünce elini uzattı.

Продолжить чтение